Bulgaristan Plovdiv

Plovdiv Şehir Bilgileri

Bulgaristan Plovdiv

Bulgaristan’da Bir Müze Şehir:

Safranbolu'yu gördünüz mü hiç? Ya Bursa'yı, Kula'yı, Beypazarı'nı? Hiç gezdiniz mi Birgi'deki Çakır-ağa Konağı'nı? Bunların tümüne yahut bir kısmına evet diyebiliyorsanız, Filibe'ye aşinasın demektir. Zamanın ve onca kasıtlı tahribatın, Osmanlı izlerini hala silemediği Filibe sokaklarını gezerken bir an nerede olduğunuzu unutup, Anadolu'nun tarih kokan bu sokaklarından birinde gezdiğinizi düşünebilirsiniz. Zaten Filibe (Plovdiv) de bu benzerliği çoktan keşfedip kardeş olmuş İstanbul ve Bursa ile.

Bugün Plovdiv olarak adlandırılan Filibe, Bulgaristan'ın güney kesiminde, yukarı Trakya Ovası'nda ve Meriç Nehri'nin iki tarafında yer almakta. Burası aslında altı tepe üzerine kurulmuş bir şehir. Meriç Nehri ile merkezdeki Cuma Camii arasında kalan kısımda şehrin ticari bölümü bulunuyor. Nüfusu yaklaşık 350 bin olan bu yerleşim birimi, Sofya'dan sonra Bulgaristan'ın en büyük şehri durumunda. Aynı zamanda, önemli bir ticaret ve kültür merkezi konumunda. 1999 yılında Avrupa Kültür Başkenti ilan edilen bu şehrin geçmişi oldukça eskilere dayanıyor. Şehir, 1361 yılında Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa tarafından fethedilince, adı "Filibe" olarak anılır olmuş. 1878'deki Osmanlı-Rus savaşından ve Bulgaristan'ın bağımsızlığından sonra da 'Plovdiv' olarak değiştirilmiş şehrin adı.

Bugün Anadolu'dan Avrupa'ya giden yol üzerinde bulunan Filibe'nin, ya da bugünkü adıyla Plovdiv ‘in bizim için tarihi bir önemi var. Osmanlılar döneminde Filibe tam bir Türk şehri karakterinde gelişme göstermiş. Burayı fetheden Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa, ilk olarak Meriç üzerinde bir köprü yaptırmış ve çeltik yetiştirmeye oldukça elverişli olan şehrin hemen kuzeyindeki araziye pirinç ektirerek bölgeye bu ziraatı tanıtmış. Zamanla şehir, devlet sınırlarının iç kısmında kalarak önemli ticari ve ekonomik merkezlerden biri haline gelmiş. 15. yüzyılın ilk yarısında, Anadolu'dan getirilen Türk aileleri buraya yerleştirilmiş ve Filibe, Rumeli Beylerbeyinin merkezi olmuştur. Şehri birkaç kez ziyaret etmiş olan ünlü seyyahımız Evliya Çelebi, buranın Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki en büyük on şehrinden biri olduğunu ve her gün daha da zenginleştiğini kaydediyor.

Ne var ki, Osmanlı'dan ayrılmasından sonra hızlı bir şekilde hem Müslüman nüfus azalmış, hem de onlara ait binaların sayısı. O tür eserlerin, bir dönem kasıtlı olarak yok edilmeleri ile de, Osmanlı döneminde inşa ettirilen çok sayıda cami, medrese, han, hamam ve kervansaray gibi yapılardan sadece birkaçı gelebilmiş günümüze. Bunlardan birisi halkın "Ulu Cami" veya "Cumaya Camii" dediği Hüdavendigâr Camii. İlk olarak 1425 yılında Murad Hüdavendigâr'ın yaptırmış olduğu bu eser, bir deprem sonucu yıkılmış ve 1785'de 1. Abdülhamid tarafından yeniden yaptırılmış. Şehrin diğer önemli bir yapısı, Beylerbeyi Gazi Şehabeddin Paşa'nın yaptırdığı cami, medrese, han, hamam ve mutfaktan oluşan külliye idi. Ancak, Şehabeddin Paşa'nın Filibe'de yalnızca "İmaret Cami" ayakta kalabilmiştir.

Bunlara karşılık, Doğu Avrupa'nın en eski saat kulelerinden biri burada Sahat Tepenin yanında bulunuyor. Ve ne ilginçtir ki, saati hala çalışıyor, bu kulenin. Günümüzde, üç tepe üzerinde oldukça güzel bir mimari yapılar grubu halinde ayakta duran bu müze şehir, geleneksel evleri ile Türk ve Bulgar yapı işçiliğinin uyumlu bir örneği olarak görülüyor. Osmanlı'nın kurduğu bir mahalle aslında burası. Bunu evlerin tarihlerine bakarak da anlamak mümkün. Görkemini sade stilinde bulan bu mimari biçim, bugün 'Plovdiv Barok tarzı' olarak isimlendiriliyor ve tahmin edebileceğiniz gibi, mevcut yapıların hiçbirinde Osmanlı'dan söz edilmiyor. Fakat biraz farklı bir gözle bakınca, bunun çok da önemli olmadığını anlıyorsunuz bir Türk olarak. Zira o ruhu iliklerinize kadar hissediyorsunuz zaten. İşte bu tarihi dokuyu gelecek nesillere bırakmak amacıyla evler restore edilmiş. 150'den fazla kültür-evinden oluşan bu yapılar topluluğu, tam bir müze görünümünde. Bugün evlerin her biri müze, galeri, atölye, lokanta gibi işlevler görüyor. Her odaya güneşin girebileceği şekilde konumlandırılmış pencereleri ile ahşap tavanlı bu yapılar, oymacılık sanatının en güzel örneklerini de barındırmakta. Duvarlar polikromatla dekore edilmiş.

Hüdavendigar Camii'ni gezerken güneydoğu duvarında hala işlevini sürdüren bir güneş saati birçok ziyaretçi gibi benim de dikkatimi çekiyor. Filibe sokaklarını gezerken, vaktin ne çok ilerlediğini fark ediyorum bu saati incelerken. Belki gezilip görülecek yerini bitiremedim ama ayrılmak zorunda olduğumu biliyorum elbette. Ve şehri geride bıraktığımda, merkezinde Osmanlı'nın hoş bir hatırası olarak kalan Ulu Camii'nin uzaklardan fark edilen güzel minaresi ile doğunun hala mistik havasından ve güzelliğinden izler taşıyan bir şehir siluetinin hayali kalıyor gözlerimin önünde.